Celal Özcan, bu kitabında, 1924 Nüfus Değişimi sürecinde karşılıklı göçe mecbur edilen Türkiyeli ve Yunanistanlı masum ve mağdur insanların o günlerdeki hüzün dolu açmazlarından örnekler sunmaktadır. Zamanla ölüp giden I. Kuşak büyüklerinin anlattıklarıyla, beraberlerinde taşıyıp getirdikleri, bir türlü kopamadıkları sosyal ve kültürel unsurlarla iç içe yaşayıp, anıları ve ruhları göçmenlik duyarlılığıyla dolmuş olan ikinci ve üçüncü kuşak temsilcilerinin yaşam gerçekliklerini de kurgulamaktadır. Yazar, deneyimli yazı işçiliğiyle, bizi öykülerinin capcanlı dünyasına bağlayıveriyor. Belli bir dönemin bugünlere de yansıyan izlerinde, merak ve ilgi uyandıran bir yolculuk yaptırıyor okuruna. Öteki kitaplarında olduğu gibi, gene sıkılmadan izleyeceğimiz bir anlatım canlılığıyla çıkıyor karşımıza. Ve hemen her satırda, yazınsal büyünün güzellikleriyle iç içe olmanın tatlarını da yaşatıyor.
(1)
“...Yatağının hemen dayandığı duvarda bir röprodüksiyon: İstanbul tablosu. Kocası Pavlis'in yaş günü armağanı olan bu tabloya dalıyor bakışları.
Çok sevdiği İstanbul tablosunda eksik kalan bir şey yok gibiydi. Sarayburnu'ndan ta Fenerlere değin her ayrıntısında gezindi. Yeniden tararken tabloyu, bir noktada duruverdi: 'Ayasofya'ya takılıp kalmıştı bakışları. Kendi yazgı çizgisini bugünlere taşıyan tarihin geçmiş derinliklerinde bir Bizans gerçekliğine gitti usu. O tarih, kendisini tüketirken, varlığına zemin oluşturan coğrafyasını ve bu coğrafyada yaşayan insanların hayatlarını paramparça edip dağıtmış, hatta bitirmişti. Bunun etkisiyle, şimdilere aktarılanlar salt bölük pörçük kalıntılardı. Onun eseriydi bu örenlikler. Onun eseriydi şu yalnız, şu umarsız kadınla henüz on sekizindeki masum kızı Evdoksia'nın talihsizliği. Onun ve elbette sütten çıkan ak kaşık olmayan Osmanlı'nın eseriydi.
Tablo'yu da götürecekti; kararlıydı. Ama bütün o anılar zincirindeki her biri harikalığıyla kendisini ve ailesini mutlu eden halkalar ne olacaktı? Yüzüne vuran Boğaz serinliği; gözlerine şiirini sunan görkemli İstanbul dekorları, büyülü manzaralar? O cennetin baş döndürücü kimi köşelerinde yakalayıp değerlendirdikleri yaşam renkleri?
Ve Pendik? Birden pencereye yürüdü; hıçkırıklı bir ünlemeyle, “Pendik! Pendik'im benim!“ diye ünledi; “Nasıl ayrılacağım senden? Toprağında yatan sevgilim Pavlis'imden? Nasıl
(Tanıtım Bülteninden)
Celal Özcan, bu kitabında, 1924 Nüfus Değişimi sürecinde karşılıklı göçe mecbur edilen Türkiyeli ve Yunanistanlı masum ve mağdur insanların o günlerdeki hüzün dolu açmazlarından örnekler sunmaktadır. Zamanla ölüp giden I. Kuşak büyüklerinin anlattıklarıyla, beraberlerinde taşıyıp getirdikleri, bir türlü kopamadıkları sosyal ve kültürel unsurlarla iç içe yaşayıp, anıları ve ruhları göçmenlik duyarlılığıyla dolmuş olan ikinci ve üçüncü kuşak temsilcilerinin yaşam gerçekliklerini de kurgulamaktadır. Yazar, deneyimli yazı işçiliğiyle, bizi öykülerinin capcanlı dünyasına bağlayıveriyor. Belli bir dönemin bugünlere de yansıyan izlerinde, merak ve ilgi uyandıran bir yolculuk yaptırıyor okuruna. Öteki kitaplarında olduğu gibi, gene sıkılmadan izleyeceğimiz bir anlatım canlılığıyla çıkıyor karşımıza. Ve hemen her satırda, yazınsal büyünün güzellikleriyle iç içe olmanın tatlarını da yaşatıyor.
(1)
“...Yatağının hemen dayandığı duvarda bir röprodüksiyon: İstanbul tablosu. Kocası Pavlis'in yaş günü armağanı olan bu tabloya dalıyor bakışları.
Çok sevdiği İstanbul tablosunda eksik kalan bir şey yok gibiydi. Sarayburnu'ndan ta Fenerlere değin her ayrıntısında gezindi. Yeniden tararken tabloyu, bir noktada duruverdi: 'Ayasofya'ya takılıp kalmıştı bakışları. Kendi yazgı çizgisini bugünlere taşıyan tarihin geçmiş derinliklerinde bir Bizans gerçekliğine gitti usu. O tarih, kendisini tüketirken, varlığına zemin oluşturan coğrafyasını ve bu coğrafyada yaşayan insanların hayatlarını paramparça edip dağıtmış, hatta bitirmişti. Bunun etkisiyle, şimdilere aktarılanlar salt bölük pörçük kalıntılardı. Onun eseriydi bu örenlikler. Onun eseriydi şu yalnız, şu umarsız kadınla henüz on sekizindeki masum kızı Evdoksia'nın talihsizliği. Onun ve elbette sütten çıkan ak kaşık olmayan Osmanlı'nın eseriydi.
Tablo'yu da götürecekti; kararlıydı. Ama bütün o anılar zincirindeki her biri harikalığıyla kendisini ve ailesini mutlu eden halkalar ne olacaktı? Yüzüne vuran Boğaz serinliği; gözlerine şiirini sunan görkemli İstanbul dekorları, büyülü manzaralar? O cennetin baş döndürücü kimi köşelerinde yakalayıp değerlendirdikleri yaşam renkleri?
Ve Pendik? Birden pencereye yürüdü; hıçkırıklı bir ünlemeyle, “Pendik! Pendik'im benim!“ diye ünledi; “Nasıl ayrılacağım senden? Toprağında yatan sevgilim Pavlis'imden? Nasıl
(Tanıtım Bülteninden)